BİR FIRTINA ANISI

Yirmi yılı aşkın bir zaman önce nefis bir haziran sabahında başladı seyir. Yine, boyu ancak altı metreyi bulan yelkenli polyester teknemle tek başıma İstanbul'dan Bodrum'a iniyorum. Ancak üçüncü günün akşamı Bozcaada'ya bağlanabildim. Limandaki restoranda, başı ve kuyruğu tabaktan taşan irilikte, altı yedi barbunu rakı eşliğinde afiyetle mideye indirdikten sonra vurup kafayı, sabah gün ağarırken uyanıp seyre başlama niyetiyle erkenden yattım.

Uyanmak o kadar da kolay olmadı. Limandan ancak sabahın sekizinde çıkabildim. Fırışka bir rüzgarla pupa yelken mermer burnu fenerini geçtikten sonra, tasarladığım rotama oturdum. Bodrum'a bir an evvel varmak için sabırsızlanıyorum. Sekiz aydır, yüzünü görmediğim oğlumu göreceğim. Yoldan tasarruf amacıyla Midilli'nin batısından geçip Çeşme'ye varmayı amaçlıyorum. Bu nedenle 200 pusula derecesinde seyrediyorum. Midilli'nin batı kıyısındaki Megalonişi fenerini kemeremde gördüğümde saat akşamın yedisi olmuştu bile. Bu gidişle Çeşme'ye varmaya en iyimser tahminle on saat daha yolum vardı. İki gece üç gün uyumadan dümen tuttuğum zamanlar olmuştur. Onun için kendimi iyi hissedersem, Çeşme'ye uğramadan Sakız boğazını geçip Kuşadası'na yönelmeye de niyetim var.

Midilli arkamda kalmaya başladığında karayel giderek şiddetlendi. Dalga büyüdükçe büyüdü. Yelkene camadan vurdum. Denizler arkamda olduğundan pek dert etmiyorum. Midget şahlandı uçuyor. Yeke elimin altında titreyip, dalgalardan aşağı kayarken zırıl zırıl ötüyor. Sonunda ana yelkeni zar zor indirip, sadece mendil kadar flokla seyretmeye başladım. Güneş battıktan sonra hava şiddetini daha da artırdı. Denizin üzeri köpük köpük, yüzeyden iki üç metre yüksekliğe kadar da sprey uçuyor. Pupa seyrinde olmama rağmen iliklerime kadar sırılsıklamım ve soğuktan titriyorum. Kolay kolay pes eden biri değilimdir, ama bu şartlara ne kadar dayanabileceğimden de şüphe etmeye başladım. Yanımda yekeyi on dakikalığına bırakabileceğim birisi olsaydı keşke diye düşünüyor, tek başıma çıktığım için kendime lanetler yağdırıyorum. Gerçi hangi deli gelirdi benimle bu banyo küveti kadar tekneyle. Edremit körfezini dolaşsaydım sığınacak bir dolu liman bulurdum. Şimdi ise en yakın karadan en az onbeş mil uzaktayım. Dayanabilirsem ya Sakız'ın limanına ya da Karaburun'daki balıkçı barınağına sığınacağım.

Tekneyi rotada tutabilmek için yekeyle güreş tutuyorum. Kondisyonuna çok güvenen ben, hızını hiç kesmeyen fırtınaya sonunda pes ettim. Kolumu kaldıracak halim kalmamıştı. Yapabileceğim başka hiç birşey kalmadığından, yekeyi bağladım. Denize düşmemek için, bir ucu belime diğer ucu direk dibine bağlı olan halata güvenerek, üç adımda baş üstüne gidip floğu indirdim. Yelkeni zincirliğe tıkıp zinzirliğin kapağını bağladım. Dalgaları bordadan almaya başlayan, fındık kabuğu gibi oradan oraya savrulan tekneyi fırtınanın merhametine terk edip, nefes nefese kamaraya girdim. Değil ayakta durmak (gerçi Midget'in kamarasında zaten ayakta durulamıyor) iki elimle biryerlere yapışmadan oturabilmek bile mümkün değil. Sintinedeki su makul seviyelerde ve pompam henüz sorunsuz çalışıyordu. Midget belki de fırtınayı atlatabilirdi.

Kurulanırken, gözüme içinde bir dragon balonu olan spinakker torbası ilişti. Kafamda ampul yanıverdi, hala yapabileceğim birşeyler vardı. Deniz demiri!...

Üç köşesini üç koltuk palamarımla bağlayıp, palamarların diğer uçlarını, geçen sonbaharda alıp da kullanmaya kıyamadığım 50 metrelik demir halatımda birleştirdim. Şİmdi, bir cesaret başüstüne gidip, bu uydurma deniz demirini suya atmak kalmıştı. O şartlarda nasıl olduğuna şaşıyorum ama, sonuçta halatın ucunu bodoslamadaki mapadan geçirip direk dibine bağlamayı ve spinakker'i denize atmayı başardım. İp gerildiğinde tekne kafasını fırtınaya çevirip zınk diye durdu. Görünüşe göre hiç sürüklenmiyordum. Ama bunu gerçekten anlayabilmek için kerteriz almaya imkan yoktu.

Tekne başını dalgalara verince biraz rahatladı. Yalpası oldukça azaldı. Kamara insanın kafasını bir alabandadan diğerine vurmadan yatabileceği bir yer haline geldi. Yarım saat kadar çalkalana çalkalana, dalgaların kafamda davul çaldığı kamarada uzandım. Biraz kendime geldiysem de, uyumadan dinlenemeyeceğimin farkındaydım. Oysa, sanki deniz beni yayığın içine koymuş da yağımı çıkartmaya uğraşıyor, dalgalar bordada davullar çalıp bana işkence ediyordu. Daha şimdiden oram buram örselenmiş, çürümüştü.

Yıllar önce bir yabancı yelken dergisinde okuyup da pek inanmadığım birşey geldi aklıma. Yazar benzer bir durumda bir çaputu motor yağına daldırıp rüzgar üzerinden suya sarkıtmayı, bu şekilde sıvı yüzey gerilimi değiştirilerek, çırpıntının büyük ölçüde azaltılabileceğini yazıyordu. Şimdi denemezsem bir daha fırsat bulamıyacağımı, hep kafamda soru olarak kalacağının farkındaydım. Merakım bitkinliğimin önüne geçti. Yüz havlumu motoryağına daldırıp bir elincesiyle bodoslamadan denize sarkıttım. Kısa zamanda yağ teknenin çevresinde geniş bir alana yayıldı. Çırpıntı hissedilir derecede azaldı. Tekne çevresindeki dalgalar kırılmaktan vazgeçti. Geniş bir alanda spreylenme tümüyle ortadan kalktı. Tekne rodeo çılgınlıklarına son verdi. Kamaraya girip, beşik gibi sallanan teknemde deliksiz bir uyku çektim. Saatler sonra uyandığımda gün ağarmış, fırtınadan eser kalmamıştı. Muhtemelen tekne, deniz demirimi attığım yerden farklı bir yerde de değildi.

Ben her yaşadığım zorlu deneyimlerden sonra, kendime bir çok sözler veriyor, ama nedense bir türlü tutamıyorum. Ertesi sene yine aynı rotayı kullanarak, yine Midget'le, yine tek başıma indim güneye. Sizi siz olun benim yaptığımı yapmayın. Deneyimlerinizden dersler çıkarın. Hele şu motor yağı çözümünü mecbur kalmadıkça kullanmayın. Çevreyi kirletmekten yiyeceğiniz ceza, astarı yüzünden pahalıya malolabilir!.

Pruvanız neta, rüzgarınız kolayına olsun.

Sevgiler,
1 Mart 2004
© Dr.Korhan Sökmen
http://catamaranvega.com