BİR YAĞMUR
ANISI |
Seksenaltı temmuz ayı sonları, o zamanki teknem, boyutları adıyla mütenasip "Midget" ile üçüncü kez güneye, Bodrum'a iniyorum. Bu kez tek başımayım. Fenerbahçe'den günbatımından önce çözdüm palamarımı. Başlangıçta poyraz oldukça kuvvetliydi, giderek hafifledi. Artık öylesine hafif ki denizin aynamsı yüzeyinde yer yer kırışıklıklara neden oluyor ancak. Çakar almaz dıştan takma seagull motorum, bir önceki sene Çanakale sanayi'de, volantı çektimeyle çıkarılmaya çalışılıp da kırıldığından beri, kalamıştaki evin kömürlüğünde duruyor. Motorum da olmadığından balon dahil yelken namına ne varsa bastım direğe. Ancak iki bilemediniz ikibuçuk mil yapıyor Midget bu havada. Gecenin uzun süreceği baştan belli. Fenerbahçe burnundan, Marmara adasıyla Avşa arasından geçen bir hat çizerseniz, tam ikiyüzelli pusula derecesine denk gelir. Bu rota, gemilerinkiyle (onlar Marmara adasının kuzeyinden geçtiklerinden) beş-altı derecelik bir fark oluşturur, seyrin ilk birkaç saatinden sonra, dümeni bağlayıp keyfinize bakmanıza olanak verir. Bugün olmazsa olmaz diye düşündüğüm otopilot'a o zamanlar sahip olmadığımdan, yeke, bumba ve kemere arasında bagaj lastiklerinden yaptığım bir düzenek, rüzgar da çok değişken değilse, on onbeş dakikalık aralarla yeniden trim etmek kaydıyla, bayağı iyi iş görüyordu. Turuncuların morlara, morların lacivertlere dönüştüğü renk cümbüşünün ardından, arkamda kalan istanbulun ışıltısı da ufkumdan çıktı. Kuzey yönünde zaman zaman görünen gemi ışıkları da seyrelip kaybolunca, zifiri karanlığın içinde, göz kırpan yıldızlarla başbaşa kaldım. Olağanüstü sessizliği bozan sadece teknemin bordasını yalayan denizin mırıldanan ninnisi. Böyle zamanlarda, evrende sizden başka kimse olmadığı duygusuna kapılır, ister istemez kendinizle buluşur, serbest çağrışımlarla oradan oraya gezerken zamanin nasıl geçtiğini anlamazsınız bile. Gece birhayli ilerlemiş olmalı. Önce nedenini anlayamadığım bir tedirginlikle uyandım rüyalarımdan. Rüzgardaki kuvvetlenme ve serinlik dışında bir değişikliği algılayamadım önce. Sonra farkettiğim, arkamdan gelen garip bir gürültüydü. Sanki çok iyi tanıdığım ama bir türlü ayırdına varamadığım bir ses. Teknenin suda oluşturduğu sesleri tümüyle örten yoğun bir şıpıtı. Balık sürüleri mi atlıyordu, ışıklarını söndürmüş bir tekne mi vardı peşimde. İlk yaptığım dümendeki düzeneği çözmek oldu. Telaş içinde el fenerini bulmakta oldukça zorlandım. Arkamdaki tekneye yerimi belli etmek için karanlığın içine doğrulttum feneri. Teknemin altı yedi metre gerisinde deniz yüzeyi sanki kaynıyordu. Midget Hızını artırmış, çaktırmadan kaçıyor, kaynayan sular onu yakalamaya çalışıyordu. Yağmur... Bir yağmur sağanağıydı arkamdan kovalayan, bardaktan boşanırcasına. Tek bir damlası tekneye düşmeyen, beş on metre arkamda bir yağmur. Fenerin ışığında göğe doğru uzanan bir su duvarı, bir çağlayan. En azından on dakika sürdü bu durum, kah yaklaştı kah uzaklaştı, ama hiç ıslatmadı beni. Sonra birden kayboldu. Kuzeydoğu yönünde yıldızlar yeniden tek tük de olsa ışıldamaya başladı. Gün ağarmaya niyetlenirken, Asmalıada feneri görünür oldu pruvada. Düşüncelerim yağmurdan uzaklaşıp Kızak limanındaki kahvaltıya yöneldi. Sınırları bu kadar keskin bir sağanağı ancak hayal edebilir insan. Ben yaşadım. Sevgiler, 26 Mart 1998 (AFL Haberleşme Listesi) © Dr.Korhan Sokmen http://www.catamaranvega.com |